Skip to main content
Image
Haber yatay görseli
Share

Ekolojik kriz, kapitalizm ve Türkiye’de doğa mücadeleleri / Zafer Ülger’le röportaj

Çevirisi Kuzey Ormanları Savunması'nın web sitesinde yayınlanan röportaj şöyle:

Çevirisi Kuzey Ormanları Savunması'nın web sitesinde yayınlanan röportaj şöyle:

Türkiye’deki temel çevresel sorunlar sizce neler ve bunların kapitalist birikimle bağlantılarını nasıl görüyorsunuz?

Türkiye’de ekosistem son yıllarda artan bir saldırı altında. Bunun en temel nedenlerinden biri Türkiye sermaye birikiminin dayandığı alanlara dayanıyor: Özellikle inşaat, enerji ve altyapı merkezli bir büyüme, ekosistemi yoğun bir şekilde tahrip ediyor. Küresel ve Türkiye sermayelerinin yürüttükleri maden arama faaliyetlerini de özellikle vurgulamak gerekiyor. Küresel kapitalizmin piyasa durgunluğuna karşı ilaç olarak kullandığı dev altyapı yatırımları, 2008 krizinden sonra dünyada olduğu gibi Türkiye’de de artmış durumda. Örneğin iktidar şu günlerde bir kanal inşa etmek için İstanbul’un Avrupa yakasını bir ada haline getirecek bir projenin peşinde fakat bunun doğal sonuçlarının tartışılmasına bile yanaşmıyor.

Türkiye’de çevre aktivistlerine yönelik yeni baskı biçimlerini aktarabilir misiniz?

Uzun zamandır eylemlerde ekoloji aktivistlerine dönük polis şiddeti ve devlet baskısı sıradanlaşmış durumda. Örneğin Türkiye’de uzun zamandır hiçbir politik eyleme sahne olmamış Erzurum’da köylüler HES (hidroelektrik santral) istemedikleri için yargılandılar ve çocuk mahkemesi küçük bir çocuğun, mahkemenin aktivist olarak gördüğü diğer köylülerle görüşmesini yasakladı. Bunların içinde çocuğun babaannesi de vardı.

Niğde Ulukışla’da maden karşıtı köylülerin mücadelesi askerle çatışmaya dönüştü. Rize’de ormanların ve yaylaların içinden geçen “Yeşil Yola” karşı olan köylüler sık sık jandarma ile karşı karşıya geldiler. 2013’te sonradan oldukça büyüyen ve Türkiye’nin tüm kentlerinde iki milyon kişinin katıldığı söylenen Gezi eylemleri, İstanbul’un merkezindeki bir parkın savunulması için başlamıştı ve sonunda 12 kişinin öldüğü çok ciddi bir şiddetle karşılandı.

Bunun dışında geçen sene Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu, yaşadıkları orman alanında maden ocaklarına karşı mücadele eden bu ekolojist çift karanlık bir cinayete kurban gitti. Sıradan bir hırsızlık ve cinayet davası olarak başlayan dava, katilin mermer ocaklarından cinayet için para aldığını söylemesiyle farklılaştı. Asıl korkutucu olan katilin mahkemeye çıkamadan cezaevinde intihar ettiği iddia edilerek davanın kapatılmaya çalışılması oldu. Türkiye, tarihi boyunca politik cinayetleri, sosyalistlere dönük suikastları yaşadı ama ekolojistlere dönük bu çeşit bir saldırı daha önce olmamıştı.

Türkiye’de çevrecilere karşı yükselen baskıyı küresel eğilimlerin bir parçası olarak görmek mümkün mü?

Global Witness’in raporlarına göre dünyada çevreci aktivistlerin öldürülmesinde ciddi bir artış var. 2003’de 50 kişi, 2011’da 88 kişi, 2017’de 197 kişi öldürülmüş. Türkiye’de ekolojistlere dönük artan baskı dünya çapında bu eğilimin devamı olarak görülebilir. Tüm dünyada olduğu gibi burada da ekonomik krize bir yanıt olarak doğanın sömürüsü arttıkça doğayı savunanlar, devletler ve sermaye açısından ezilip geçilmesi gereken kişiler / gruplar olarak görülüyor.

ABD’de birçok insan çevreciliği, bireysel davranışlardaki değişimlere indirgiyor (atıkların geri dönüşümü, yakıt verimi yüksek arabalar satın almak, vs). Oysa çevreyi en fazla kirletenler çokuluslu şirketler. Türkiye’de de benzer bir eğilim görüyor musunuz?

Türkiye’de farklı alanlarda olsa da benzer dinamikler var. Örneğin kentlerde yeşil alanlar azaldığı için Türkiye’nin kırsal alanlarına göç eden, tarımla uğraşmaya çalışan genç çevreci insanlar var. Tarımsal ürünlerde kimyasal, GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) kullanımına karşı organik gıda tüketimi beyaz yakalı, orta sınıf kesimler arasında yükselen bir eğilim. Bireysel olarak güneş enerjisine ilgi artıyor. İşin doğrusu ben bile evin organik atıklarını çöpe atmayıp balkonda topraklara karıştırıyorum.

Tabii sizin dediğiniz gibi kişisel çabalar, tekelci kapitalizmin yıkıcı dinamikleri karşısında kum tanesi gibi görünüyor. Karbondioksit emisyonunu azaltmak için bireysel çözümler yeterli olamaz, çünkü iklim değişimine neden olan küresel CO2 emisyonlarının büyük kısmını sınırlı sayıda çokuluslu şirket yapıyor. Türkiye’de şehirlerden kaçıp kırlara giden insanları bu sefer oralarda maden şirketleri, hidroelektrik santrallerle suyu tekellerine alan şirketler bekliyor.

Dolayısıyla kapitalizmin yarattığı doğadan ne mekansal  ne de bireysel olarak kaçış pek mümkün görünmüyor. Bu tip bireysel çözümleri daha genel bir anti-kapitalist mücadeleyle birleştirmek önemli. Diğer taraftan bireysel çabaların ve örneklerin de tümüyle işe yaramaz olmadığını düşünüyorum. Bu tür kişisel değişimler kendi etraflarında bir tartışmanın başlamasına vesile olabiliyorlar.

Diğer yandan doğayı kirletmek yoksullar için oldukça pahalı bir iş. Örneğin toplu ulaşım bile Türkiye’de yaşayan bir asgari ücretli için epeyce pahalı. Evlerde elektrik tasarrufu yoksul evler için zaten zorunlu. Sebze bahçeleri de mutfak masraflarını azaltıyor. Bu onları çevreci yapmıyor belki ama çevrecilerin gözden çoğunlukla kaçırdığı bir meseleyi de gündeme getiriyor: Ekolojik mücadelenin sınıfsallığı. Türkiye’de son yıllarda sayıları oldukça artan HES ya da madenlere karşı mücadele, saf bir biçimde doğanın korunmasını içermiyor.  Doğanın sürdürülebilirliğinin yoksulluğa karşı da savunulması gerektiğini gösteriyor.

Marx’ın doğa, ve çevreyle ilişkilerimiz konusunda yazdıklarına artan bir ilgi var… Marx’ın ekoloji hareketine temel katkıları sizce neler olabilir?

Dediğiniz gibi Marx’ın ekolojik mirasına dönük yükselen bir ilgi var. İlk anda aklıma gelen John Bellamy Foster, Paul Burkett, Neil Smith ve burada sayamadığımız bu mirasın ekolojik taraflarına kafa yoran önemli bir birikim var. Kapitalizmin erken bir döneminde yaşayan Marx’ın karşı karşıya kaldığı ekosistemin yıkımıyla bugünkü yıkımı karşılaştırmak zor. Dolayısıyla Marx’ta  bugün bizim yaşadığımız ekolojik krizlerin bütününü göremeyiz tabi ki. Onun tarihsel gelişim  ya da teknoloji konusunda iyimser yorumlarının üzerinden onun doğayı görmezden geldiğini iddia edenler var.

Diğer taraftan Marx’ın erken dönem yazılarından olgunluk eserlerinde, notlarında Marx’ta doğanın onun dünyayı kavrayışının temellerinde, diyalektik yönteminin merkezinde olduğunu görebilirsiniz. Örneğin çevrecilik (enviromentalism) kavramı kavram olarak, insanı merkeze alırken doğayı insanın çevresine yerleştiriyor. Bu anlamda bu kavramın, insan ve doğanın birliğini göstermediği, onları farklı kutuplara yerleştirdiği için eleştiriye tabi tutulması gerektiğini bugün pek çok ekoloji aktivisti dile getiriyor. Bugün çevreciliğe dönük bu güncel eleştirinin, Marx’ın erken dönem eserlerinden başlayarak incelediğinizde, Marx’ın bu ayrımı aşmaya onların diyalektik birliğini gösteren yöntem arayışını görürsünüz. 1844 el yazmalarında Marx, doğanın insanın bedeninin parçası olduğunu ve ölmek istemiyorsa onunla sürekli bir diyalog kurması gerektiğini ifade eder. Alman İdeolojisi’nde, “doğa tarihi” ve” insanlık tarihinin” bağımsız kimlikler olarak görülemeyeceğini birlikte ele alınması gerektiğini savunur.

 

3. havalimanı proje sahasında 1453 kamyonla “Kuzey Ormanları’nın fethi”…

Marx Kapital’de, kapitalist tarım ve toprak rantını çözümlerken insanla doğa arasındaki ilişkiyi tanımlamak için metabolizma kavramını kullanıyor ve emek sürecini bu metabolizmanın itici gücü olarak görüyordu. Kapitalist üretimin ve büyük toprak sahipliğinin,  mülksüzleşmiş emekçileri kentlerde toplarken,  insanların besin ve giyecek olarak kullandığı unsurların toprağa geri dönüşünü engelleyerek kent ve kır üzerinde yıkıcı etkilere yol açtığını gösteriyordu. Kırın gübreye açlığının diğer yüzü, kentlerin toprağa dönemediği için zehre dönüşen, kenti ve hinterlandını zehirleyen atık sorunuydu. Kapitalizmin mekanda yayılırken sevdiği “eşitsiz gelişim”, sermayenin emek gücünü ve sabit sermayeyi belli merkezlerde toplama eğilimi üretken ekosistemlerin döngülerine müdahale ediyor, doğa metabolizmasında bir çatlağa  yol açıyordu. Kapitalist büyük sanayi emek gücünü harcayıp tüketirken, kapitalist tarım toprağın doğal gücünü soyuyordu.

Marx’ın kapitalist üretim analizi, rekabet ve birikim sürecinin nasıl sermayenin devir zamanını hızlandırarak doğaya kendi zamanını dayattığını gösteriyor. Salt bu analiz bile kapitalizmin neden ekolojik bir üretim sistemi kuramayacağının  bir kanıtı. Küresel kapitalist kurumların doğal döngülere uyumlu sürdürülebilir bir kapitalizmin olabileceği iddiasını çöpe atan bir iddia bu. Endüstriyel gıda sanayi hayvanları, GDO’yla bitkileri, fabrika ve büro sistemiyle emekçileri sürekli bir şekilde artan birikimin hızına uymak zorunda bırakıyorlar. Bu hıza uyamayan ağaçların kendi doğal habitatlarında yetişmesine izin verilmiyor. Bu ritme uymak için ekosistemin varlıkları evrimsel doğalarını mutasyona zorlayan bir yıkıcılıkla karşı karşıya.

Kapitalizm Marx’ın gösterdiği gibi emeği nasıl soyut emek olarak onu kendi doğal yeteneklerinden uzaklaştırıp onu soyut emek zamana, makinenin, bilgisayarın bir uzantısına  indirgiyorsa doğanın da çeşitliliğini parçalayarak onu  kapitalist endüstrinin monokültür metaları haline getiriyor. Kapitalizm altında genişleyen işbölümü ve tekelleşme eğilimi kendi tek tip doğasını yaratıyor. Beton ve asfalttan kentler,  uluslararası  pazarlar için üretim yapan  monokültür tarlalar, sanayi için gerekli hammadde ihtiyacının parçası olarak ağaç tarlaları haline getirilen ormanlar.

Kapitalizm halklara nasıl tek tip bir ulus devleti dayatıyorsa benzerini insan dışı doğaya da yapıyor. Doğanın canlı çeşitliliğini ve kendine yeterli üretken doğasını ortadan kaldırarak onu kapitalist endüstrinin girdilerine muhtaç kendine yetemeyen ekosistemler haline getiriyor. Emek, Marx’ın dediği gibi doğayla aramızdaki metabolizmanın aracısı olan emek, doğanın nimeti olan bu üretken yetenek kapitalist emek süreci altında ekosistemin üretkenliğinin altını oyan bir parazite,  silah sanayi aracılığıyla bir yıkıcılığa dönüşebiliyor.

Bugün farklı mücadeleler, emek, doğa, kadın vs. farklı toplumsal mücadeleler militan direnişler sergiliyorlar. Fakat hem ekoloji mücadeleri kendi içinde bölünmüş durumda hem de toplumsal mücadelelerle ekoloji mücadeleleri arasında duvarlar var. İklim değişimine karşı mücadele edenlerle, topraksızlaşma, su hakları  ya da hayvan hakları için mücadele edenler birbirlerinden farklı kompartımanlara bölündüğü gibi bu alanlarla emeğin, kadınların, ezilen halkların kurtuluşu için verilen mücadeleler birbirlerinden kopuk durumdalar.

Bugün toplumsal mücadelelerle, ekoloji mücadelelerini birleştirecek ortak fikirlere ve hareketlere ihtiyacımız var. Bugün ekosistemin ya da doğanın krizi sadece iklim değişimine ya da yaban yeşil alanların azalması sorununa indirgenemez. Emeğin, kadınların, halkların, insanlığın yaşadığı kriz de üretken doğanın ve ekosistemin yaşadığı krizden bağımsız değildir aynı krizin diğer yüzüdür. Kanımca Marx’ın kapitalizm analizi  ve diyalektik yöntemi bugün bize bu kopuklukların giderilmesi için sağlam  anahtarlar veriyor.

Kaynak

Share
İlgili Eğitim